“Az çoktur” mottosunun çağı olan 20. Yüzyılda mobilya tasarımına damga vuran stiller…
20. Yüzyılda yaşanan iki dünya savaşının ardından hızla gelişen endüstrileşmeyle birlikte günlük yaşam kalıplarımız da değişti. Bu değişimler, her alanda olduğu gibi mobilya sektöründe de teknolojik ve tasarımsal yeniliklerin önünü açtı. Küreselleşme ve tüketim kültürünün ortaya çıkması ve yaygınlaşması, yeni malzemelerin kullanımı ve üretim teknolojilerinin gelişmesi, endüstri ve tasarımı ilgilendiren tüm alanlarda 20. Yüzyılın önceki dönemlerden çok farklı yaşanmasına neden oldu. Antik çağlardan itibaren sürekli toplum ve kültürlere göre gelişim gösteren mobilya, 20. Yüzyılın başında teknoloji, anlayış ve kullanım açısından değişmeye başladı. 20. yüzyıl ile birlikte endüstri toplumu oluştu ve el işçiliği eski değerini kaybetti. 20. Yüzyılın ilk on beş yılında yenilikçi mobilyaların en önemli özellikleri süsten uzak, sade geometrik biçimlerde olmalarıydı. Genelde düz çizgiler, dik açılar kullanıldı.
Savaş öncesi ve sonrası
Aslında 20. Yüzyıl mobilya endüstrisini, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve İkinci Dünya Savaşı sonrası olmak üzere iki ayrı dönemde incelemek mümkündür. Savaş öncesi dönemde Modernizm kendisini hissettirdi ve Art Deco akımı ortaya çıktı; savaş sonrası ise endüstri tasarımı önem kazandı ve Modernizm çağı resmen başladı. Savaşa katılan fakat çok büyük kayıp vermeyen Amerika’nın savaş sonrasında hızlıca toparlanmasıyla çeşitli sentetik malzemeler ve yeni metal alaşımlar endüstri alanında hızla yayıldı. 20. Yüzyıl iç mimarlık ve mimarlık disiplinlerine ortak sayılabilecek yepyeni stiller kazandırdı.
İşlev ve biçim manifestoları
Modernizmin “az çoktur” ilkesi zamanla minimalist yaklaşımı getirdi ve Postmodernizm ve Art Deco dışındaki üslupların temel felsefesini oluşturdu. Özetle Modernizm ve Minimalizm yaklaşımı 20.yüzyıla damgasını vurdu. 20. yüzyıl; çok sayıda üretilmiş özgün, yaratıcı ve orijinal mobilyaları, yeni malzeme çeşitleri ve teknolojileri ile 21. yüzyıldaki yeni gelişmelere de ışık tuttu. Mobilya üretiminde işlevsellik, erişilebilirlik ve ergonomi mobilya tasarımına damgasını vurdu. “Biçim işlevi izler” ve “İşlev biçimi izler” diyen iki önemli manifestonun mücadelesi yaratıcı çalışmaları hep canlı tuttu. Özetle tarihin en eski dönemlerinden itibaren sürekli gelişim gösteren mobilya tasarımı alanında 20. Yüzyılda yaşanan gelişimler, 21. Yüzyıl ve sonrasında tasarlanacak ve üretilecek olan mobilyalar için bir dönüm noktasıydı. 20. Yüzyılda siyasi, politik, sosyal ve kültürel alanlarda kendini gösteren değişimlerin hayatlarımız ve mobilyalarımız üzerindeki etkilerine şöyle bir göz atmaya de dersiniz?
MODERNİZM
Düz, net çizgilere sahip, basit renkler ile metal, cam ve çelik gibi malzemelerin kullanıldığı konsepttir. Mobilya ve aksesuarlar dâhil kullanılan her ögede sadelik ve zarafet duygusu öne çıkar. İlk olarak 19’uncu yüzyıl ortalarında kendini gösteren Modernist hareket, geniş halk kitlelerinin kullanımına yönelik tasarımları gündeme getirdi. 1860’lı yıllarda İngiliz reformcu, şair ve tasarımcı olan William Morris başta olmak üzere Philip Webb, Madox Brown ve Edward Burne-Jones, modernist takı, duvar kâğıdı, tekstil ve mobilyalar ürettiler. İngiltere’de başlayıp bütün Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yayılan bu hareket, 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllara değin etkili oldu. Mobilyalarda çoğunlukla masif ahşap (özellikle meşe) kullanıldı, ağaçların damarlarını belirginleştiren mat cilalar tercih edildi. Birçok tasarımda Japon kültürünün etkileri görüldü. Gotik süsleme öğeleri de çok kullanıldı, Türk halı ve çinilerini hatırlatan doku ve desenlere de rastlandı. İlerleyen yıllarda Art Nouveau ve Art Deco akımları ve 20. Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan endüstriyel tasarımcılar da bu modernist hareketten doğdu.
ENDÜSTRİYEL
Dünya genelinde büyük bir yıkım ve yeni bir yapılanma getiren İkinci Dünya Savaşı, yeni bir üretim tarzı ortaya koydu. Daha çok maliyet hesabına iten, daha kaliteli ve daha hızlı bir endüstriyel üretim ortaya çıktı. Mobilyalar imalatı için sentetik yapıştırıcılar, polyester, akrilik, polietilen reçine gibi yeni malzemeler geliştirildi. Modern hareketin öncülerinden biri olan Alman ressam, grafik sanatçısı, mimar ve endüstriyel tasarımcı Peter Behrens’in 1909'da tasarladığı cam perde duvarlı türbin fabrikası kompleksi mimarlık tarihinin bir kilometre taşlarından biri oldu. Dünyanın ilk büyük endüstriyel tasarımcısı sayılan Behrens, AEG için yaptığı çalışmalarla kurumsal kimliğin babası olarak anılır. Endüstriyel iç mimaride ise yüksek tavanlar, fonksiyonel mobilyalar, eskitilmiş ahşap, tuğla ve metalin ağırlıklı olduğu tasarımlar kendini göstermektedir.
ART NOUVEAU
Fransızcada “yeni sanat” anlamına gelen “art nouveau” sanat eserlerinde ve tasarımlarda kıvrımlı çizgilerin, bitki ve zarif hayvan motiflerinin, kadın figürlerinin yoğun olarak kullanıldığı bir akımdır. 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarında altın çağını yaşayan ve tüm tarihi göndermeleri reddeden akım, insanı ve insan yaşantısını merkezine alarak modernizme ışık tuttu. Art Nouveau mobilyalar, bulundukları mekânla bütünleşmek amacıyla tasarlanır. Mobilya yüzeylerinde yer alan dekoratif unsurlar yer, duvar ve tavanda tekrarlanır. Perde, halı ve döşemelik kumaşlar da bu uyumu devam ettirmek üzere dokunur. Diğer yandan bu mobilyalar içinde bulundukları mekânları bölümlere ayırmak için de kullanılır. Mobilyalar farklı fonksiyonları yerine getirmek üzere karmaşık bir yapıda tasarlanabilir. Bu akımda işlevsellik ve mekân bütünlüğü en az sanatsal ifade kadar önemlidir. Hector Guimar, Eugene Gaillard, Emile Gallé, Louis Majorelle, Victor Horta, Henry van de Velde, Antoni Gaudi, Charles Rennie Mackintosh bu akımının en önemli temsilcileridir. Mackintosh’un Helensburgh’taki Hill House için 1904’te tasarladığı sandalye özel bir örnektir. Art Nouveau başta mimarlık olmak üzere, mücevher ve takı tasarımı, cam sanatı, seramik ve afiş tasarımlarında kendisini gösterdi. 20. Yüzyılın başında mimar Adolf Loos’un “Süs suçtur” manifestosu sadeliğe verilen önemi çok net anlatır. Loos’un anlayışına göre bir mimar sadece binaları tasarlamakla kalmamalı, içindeki mobilyaları ve diğer nesneleri de tasarlayabilmelidir. Bu dönem Joseph Gocar başta olmak üzere Kübist tasarımcıların yapmış olduğu süsten arınmış mobilya tasarımları ile modernizmin doğuşuna öncülük eden bir aşama olarak kabul edilmektedir. Esasen kübik mobilya kübik mimariden etkilenmiştir. Günümüzde Prag Kübizm Müzesi’nde bu türün en özgün örneklerini görmek mümkündür.
ART DECO
Paris’te doğan ve tüm Avrupa’ya yayılan Art Deco akımı, Art Nouveau akımını izledi. Geometrik desenlere sahip bu üslupta Art Nouveau’da da olduğu gibi gotik süslemelerden yararlanıldı. 1930’lu yıllardan sonra süslemenin yerini işlevselliğin almasıyla akım son buldu. Ancak 1967’de “Bonnie ve Clyde” adlı filmin gösterime girmesiyle Art Deco akımı yeniden popüler oldu. Tasarım, sanat ve kültürde Pop-Art akımın devam ettiği bu dönemde Art Deco ile birlikte Art Nouveau çizgileri de yeniden gündeme geldi. Savaş sonrası Modernizm akımı ile beraber Fütürizm, Kübizm, Pürizm, Fovizm gibi sanat akımlarının etkisinde kaldı. Bu akımla üretilen mobilyalarda sedef, abanoz, fildişi, gümüş, altın, leopar ve kaplan postlarının yanı sıra parlak renklere sahip ipek kumaşlar en çok kullanılan malzemelerdi. Geçmiş sanat akımlarından izler taşımasına rağmen Art Deco stilin ana özelliği geleceğe de yüzünü dönmesiydi. Kendinden önceki üsluplara göre kavramsal açıdan zayıf bulunmasına rağmen Hollywood filmleri yaygın hale gelmesinde önemli bir rol oynadı. Art Deco tasarımcıları, eski saray mobilyacılarının kullandığı geleneksel tekniklerle üretim yaptılar. Mobilyalarda çeşitli katmanlarla oluşturdukları yaklaşık üç santimetre kalınlığında levhalar kullandılar. Yüzeylerde ise marküteri tekniği ile yapılan süslemelere yer verildi. Mobilya imalatında kullanılan ağaçlara büyük önem verildi; köklerden, budaklı dallardan ve gövdelerin belirgin desenlerini gösteren kesitleri ile elde edilen kaplamalar tercih edildi. 1930’lu yıllardan önce maun, abanoz, Afrika zeytini, gül ağacı gibi ağaçlardan üretilmiş mobilyalar mekânları süslemekteydi. Léon Jallot, Jacques-Emile Ruhlmann, Eileen Gray, Andre Leleu dönemin önemli mobilya tasarımcıları arasındadır.
İSKANDİNAV MODERNİZMİ
“İskandinav Modernizmi” ya da diğer adıyla “İskandinav Tasarımı”, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve 1930'lardan sonra Norveç, İsveç, Finlandiya, Danimarka ve İzlanda’dan oluşan beş İskandinav ülkesinde gelişen basitlik, minimalizm ve işlevsellikle karakterize edilen bir tasarım hareketidir. İsveççede “Ne az ne çok, tam kararında” anlamına gelen ve Nordik kültürde mutlu ve dengeli yaşamın özü kabul edilen Lagom felsefesi, İskandinav modernizmi için önemli bir ilham kaynağı oldu. 1914’te Danimarka’da bir şirket tarafından çıkarılan “Danish Selskabet for Dekorativ Kunst” adlı dergi, bu tarzın doğmasına ve yayılmasına öncülük etti. 1930’lardan itibaren Lagom felsefesinin ilham verdiği Alvar Aalto, Hans Wegner, Arne Jacobsen, Borge Mogensen, Verner Panton, Eero Arnio ve IKEA kurucusu Ingvar Kamprad gibi tasarımcılar İskandinav tarzına altın çağını yaşattı. Gereksiz hiçbir ayrıntıya yer verilmeyen bu üslupta temel gereç olarak doğal ve yapay ahşap malzeme kullanıldı. Özellikle kontrplak kullanımında en güzel örnekleri sundular. Bu tarzın öne çıkan özelliklerinden biri de düzenli ve derli toplu bir görünümün hâkim olmasıdır. Bu nedenle mobilyaların işlevsel olması, iskeletinin algılanabilir olması ön planda tutulur. Modernizmde metal ve cam materyaller ağırlıklı olarak kullanılırken, İskandinav Modernizminde doğal ahşap ve kompozit ahşap malzeme teknolojisinin en nadide örnekleri ortaya konur.
MİNİMALİZM
1980’li yılların sonlarından başlayan muazzam sadelikteki tasarım anlayışı tüm dünyayı etkisi altına aldı. Alman mimar ve tasarımcı Mies van der Rohe’nin çığır açan “Az çoktur” sözünün üzerine mimar Buckminster Fuller, “Azla daha çok yapmak” ve tasarımcı Dieter Rams ise “Daha az ama daha iyi” sözleriyle minimalizme destek verdiler. Kaldı ki 90’lı yıllara gelindiğinde her türlü tasarımı görmüş, gereksinimleri karşılanmış ve oldukça doymuş durumdaki tüketiciler de gösterişli ama işlevsiz, kullanışsız mobilyalardan sıkılmıştı. Bu sebeple sade, kullanışlı ve ucuz tasarımlara ihtiyaç vardı. Teknolojik gelişmeler, projelendirme ve üretimi daha kolay hale getirmişti. Yeni yapay malzemeler sayesinde mobilyaların ince bacakları yük taşıyabiliyor, tek parça plastikle mobilyada olması gereken ergonomi, esneklik, geçirgenlik, saydamlık gibi gereksinimler karşılanabiliyordu. Aslında minimalist mobilya anlayışı Bauhaus ile başladı, modernizmle devam etti. Tek renkli, şeffaf ve bütünleşik görünümlü minimalist mobilya üretiminin ilkeleri ciddi direktifler içerir: Formları azaltın, renk paletlerini sınırlandırın, israfı ortadan kaldırın. Kısacası minimalizm; bir tasarımı minimum sayıda renk, değer, biçim, çizgi, doku ve malzemeye indirgeyerek ifade etmektir.
POP-ART
“Herkes tarafından bilinen, yaygın” anlamlarına gelen popüler kelimesinin kısaltması olan “pop”, 1960’lı yıllarda Amerikalı eleştirmenler tarafından kullanılmasıyla bir sanat akımının ismi oluverdi. En önemli temsilcisi Amerikalı ressam, yayıncı ve film yapımcısı Andy Warhol’dur. Bu akımın sanatçıları, eserlerinde günlük hayatta kullanılan sıradan objeleri, yayın organlarında tekrarlanan olayları ve halkın ilgilendiği kişileri konu aldılar. İllüstrasyonlarla sınırlı kalmayan sanatçılar, sinema da dâhil tüm sanat alanlarında eserler ortaya koydular. Bu akım kısa sürede mobilya tasarımına de yansıdı. Pop tasarımda başrolü plastik malzemeler aldı. 60’lı yıllarda eğlenceli, bol renkli, oyuncak benzeri, dönemin popüler konularını hatırlatan eşyalar ve mobilyalar görüldü. İngiliz heykeltıraş Allen Jones’un plastik malzemeyle yaptığı çıplak kadın figürlerinden oluşan masa, iskemle ve askılık; Paolo Lomazzi’nin Marilyn Monroe’nun eşi ve beyzbol oyuncusu Joe di Maggio’ya ithaf ettiği “Joe” isimli beyzbol eldiveni şeklindeki koltuk bu akıma örnek olarak gösterilebilir. İngiliz ressam Richard Hamilton, Pop-Art’ı “halkın zevkine uygun, kısa süreli, harcanabilir, ucuz, endüstri ürünü, genç, esprili, cinsel çekiciliği olan, göz alıcı ve kârlı iş’’ olarak tanımlardı. Akımın en önemli tasarımcılarından olan George Nelson, sürekli olarak teknoloji ve fikirler keşfetmiş, bu fikirleri de tasarımlarıyla buluşturdu. Makepeace, Fred Baier ve Alan Paters bu akımın diğer önemli tasarımcıları arasındadır.
HI-TECH
İngilizce “yüksek teknoloji” kelimelerinin kısaltılması ile oluşan terim, endüstri ürünü metal, cam, plastik gibi işlenmiş malzemelerle yaratılan mobilya ve mekânlar için kullanılıyor. Akım, 20. Yüzyılın ikinci yarısında büyük kentlerdeki kullanılmayan endüstri yapılarında yaratılan loft tarzı mekânlarda oluştu. Loft konut anlayışı; değiştirilebilir, kişiselleştirmeye uygun, duvarlarla sınırlandırılmayan, tek mekân organizasyonuna sahip, özgün bir ev vizyonunu yansıtıyordu. 1950’li ve 60’lı yıllarda ucuza kiralanan bu geniş mekânlar, sanatçılar için atölye olarak hizmet veriyordu. Ekonomik sebeplerle ortaya çıkan ve 1970’li yıllarda dünyaya yayılan bu tarz, ütopik arayışlardan ve oyuncak gibi renkli mobilyalardan usanmış bazı tasarımcıların esin kaynağı oldu. İnşaat artığı demir, hurda saç ve borulardan oluşturulan strüktürlerle (iskelet) bu mekânlarda masalar ve tezgahlar, duvarlarda raflar ve yüksek tavanlı mekânlarda yatak odaları ve büro olarak asma katlar yaratıldı. Böylece Bauhaus’a göndermeler yapan, minimalist tasarımla yakından ilişkili ve gerçekçi çözümlemeler sunan yeni bir akım oluştu. Basit geometrik formlu ve genelde tek rengin hâkim olduğu, metal malzemenin sıkça kullanıldığı modüler mobilyalar tasarlandı. Rodney Kinsman, Michael Hopkins ve Richard Rogers bu akımın öncüleri oldu. Günümüzde ise Hi-Tech mobilyalar, akıllı iç mekân teknolojileri ile birleştirilerek fütüristik bir yaklaşımla ele alınıyor. Örneğin dijital mobil cihazlara şarj imkânı sunan sehpa ve kanepeler, sensörlü dolap içi aydınlatması olan mobilyalar ya da dijital yatak, dijital giyinme odaları gibi… Ayrıca 3D yazıcı sistemlerinin kullanımıyla mobilyanın çok daha basit bir şekilde üretimi de mümkün hale geldi. Yapay zekâ teknolojisinin mobilyaya uyarlanması ile akıllı mobilya sistemlerinin 21. Yüzyılda yaygın bir şekilde kullanılması öngörülüyor.
ORGANİK TASARIM
1950’lerden sonra endüstri ürünlerinin estetik açıdan değerleri tartışılırken insanın barınma ihtiyaçları ve doğal hayatın uyum içinde olması gerektiğini savunan bir anlayış hızla yayıldı. Bu düşünceye tutunan sanatçıların akımın yayılmasında etkileri büyük oldu. “Organik” ve “organik modern” terimleri, ilk olarak iki savaş arasındaki dönemde Amerika’da ortaya çıktı. Önce mimarlık alanında organik tasarımlar görüldü. Frank Llyod Wright ve Alvar Aalto organik mimarlığın temsilcileri olarak kabul edildi. Mobilya sektöründe ise ilk olarak 1939’da MoMA’nın “Ev mobilyasında organik tasarım" konulu yarışması ile gündeme geldi. Yarışmada seçilen mobilyaların özelliği, insan bedenini sarabilen biçimde olmalarıydı. Amerikalı endüstri tasarımcısı olan Henry Dreyfuss’un yaptığı insan boyutları ve ergonomi çalışmaları ise tasarımda insan konusunu gündeme getirdi. 1980’li yıllardan sonra yapılan çalışmalarla doğal malzemelerin özelliklerini barındıran bazı yapay malzemeler de elde edildi. 1990’larda organik ürünler artık bu malzemeler ile üretilmeye başlandı. Organik kelimesi, mobilyanın veya eşyanın insanlara biçimsel olarak uyum sağlamasının yanı sıra koşullara göre değişim gösterebilme, farklı canlılara özgü birtakım hareketleri yapabilme, ısı, ışık ve ses kontrolü yapabilmeyi de sağlıyordu. Organik mobilya tasarımı denilince akla ilk gelen tasarımcı Eero Saarinen’dir. Saarinen, “Ev Mobilyalarında Organik Tasarımlar” adlı yarışmada birinci gelmesini sağlayan Lale Sandalye ile Organik Tasarım konusunda önemli bir çalışma ortaya koydu. Farklı gereçlerle organik tasarım mobilyaların yapımı Ross Lovegrove, Marc Newson, Warren Platner, Joe Colombo, Harry Bertoia, George Nelson gibi tasarımcıların çalışmalarıyla devam etti.